|
|
 |
|
Çirok u Efsaneyan Kurd |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
KARDEŞ KANI PEPUG VE KELENG
Bu bir sözlü halk söylencesidir..
Dilden dile anlatıla anlatıla günümüze kadar gelmiştir,
Olay Kiğı ve Dersim yöresinde geçer.
Üvey anne olarak getirilen bir eş ;
Biri kız, biri erkek iki kardeş.
Bahar gelmiş ve aylardan Nisan..
Otların ve yeşilin zamanıdır evde oturur mu insanr
İşte böyle bir günde üvey anne hışımla bağırdı,
dediki ne duruyorsunuz , alın çakınızı ve torbanızı gidin yabana..
Taze kenger ( Keleng ) toplayın gün ağarmadan..
İki yetim kardeş aldılar torbalarını çıktılar dağa
bahar ayıdır yeni filizlenmiştir doğar,
bütün gün keleng topladılar üvey anne için,
keleng dedikleri dikenli ve çatallı bir bitkidirr
taze bahar toprağından fışkıran ve kökü sütlü
sütünden de keleng sakızı yaptığımız ve tadı bahar badem hıyarı kadar lezetlidir.
Erkek kardeş gün boyu keleng kesti çakısıyla ,
dikenlerinden sıyırdığı kelengleri kız kardeşinin boynuna asılı torbaya koyardı.
Bir hayli keleng toplayıp artık köye dönmüşlerdiki;
kız kardeşi Pepugu çağırdı erkek kardeş.
dedi ki r0;aç torbayı bakalım ne kadar toplamışız !
Torbayı açıp baktıklarında bir de ne görsünler !
Torba (Turik ) bomboş.
Boynuna astığı Turik , dibinde büyük bir delik varmış...
Hiddetlenen erkek kardeş kız kardeşine çok çok kızmış...
Yoksa hepsini sen mi yedin
Şimdi üvey anneye ne cevap vereceğimr; dedi.
kız kardeş Pepug ağlayarak ; "ben bir tanesini bile yemedim" diye yalvarır.
Erkek kardeş bir türlü inanamaz..!
çılgına dönen erkek kardeş kızkardeşi Pepugun midesine bakmaya karar verir.
Cebinden çıkardığı çakısıyla Pepugun karnını deşer.
Midesinin bomboş olduğunu görünce de çılgına döner.
Artık çok geç olduğunu anlar..
Pepug artık ölmüştür.
Erkek kardeş yıkılmıştır. Elinde kanlı bir bıçakla
Kardeş kanı dökmüştür..
Kanlı ellerini havaya açıp,
Ey allahım ben ne yaptım!
Ne olursun beni kanatlandırıp,dağlara uçurup.
Pepug , Pepug ötüp , diyar diyar gezeyim.
Günahsız kardeşimi bulayım !
Tanrı bu dileğini kabul eder
O gün bu gündür yöremizde (Bingöl-Kiğı)her Nisan Mayıs aylarında dağlarda ,vadilerde ve yaylalarda pebug kuşunu hep görürsünüz. Kardeş kanının akıtılmasının ne affedilmez bir günah ve suç olduğuna çarpıcı ve ders alınması gereken bir olay olduğuna, örnek olsun diye hep anlatılır.. Pepug aslında bülbül türü bir kuştur. Bahar aylarında öterken aslında bize şunu anlatır..
Pepug, Pepug, Pebug
Ke kuşt ?
Mı kuşt. Ke şoşt ?
Mı şoşt. Ke hılani ?
Mı hılani.
Pepug., Pepug, Pebug ;
Türkçeye çevirelim şimdi.
Pebuk, Pepug ..Pebug Kim öldürdü ? -
Ben öldürdüm.. Kim yıkadı ? /
- Ben yıkadım.. Kim definetti ? /
- Ben definettim..
Pepugr ;Pepugr ;Pepug..
Bu söylenceden yola çıkarak yöremizde bir çok deyimin de üretilmesine neden olmuştur Pepug ve Keleng (Kenger ) hikayesir; Örneğin hala büyük bir bedduadır,yörede;
Pepug gibi olasın, diyar diyar gezesin..
Ömrün Pepug kadar olsun ;
Pepug oldum diyar diyar gezerim ;
Pepuk gibi şakıma..!
Evlat acısıyla Pepug olmuşum, kendimi dağlara vermişim ;
Ayrıca Pepug ayı bir zaman birimi adı olarakta anılır. Doğanın yeşermeye başladığı ve filizlendiği dönemdir. Derler ki Pepug ayında mal ve davar en iyi beslendiği, kış boyunca ahırda kuru otlarla beslenmenin sona erdiği aydır Pepug ayı ;
Keleng ise Güz aylarında diğer otlar gibii kurur ve sert esen sonbahar rüzgarlarına kapılıp havalarda uçuşur. Dağlarda bayırlarda keleng savrulmalarını hep görürsünüz. Keleng de Kürtçe deyimlerinde yeterince yer almıştır.
Demirci Kawa Efsanesi
Kürt mitolojisindeki Kawa efsanesine göre, günümüzden(2009) 2500 yıl öncesinde Zuhak (Bazı kaynaklara göre Dehak)adında Asurlu çok ama çok zalim bir kralın altında yaşayan Kawa adında bir demirci vardı. Bu kral tam bir canavardı ve efsaneye göre her iki omuzunda da birer yılan bulunuyordu. Her gün bu iki yılanı beslemek için Kürtlerden iki genci sarayına kurban olarak getirtip aşçılarına bu iki çocuğu öldürtüp beyinlerini yılanlarına yemek olarak verdiriyordu. Aynı zamanda bu canavar kral ilkbaharın gelmesini de engelliyordu En sonunda bu zulümden bıkan ve bir şeyler yapmak isteyen Armayel ve Garmayel adlı iki kişi kralın sarayına mutfağa aşçı olarak girmeyi başarırlar ve Kralın yılanlarını beslemek için beyinleri alınarak öldürülen çocuklardan sadece birini öldürüp diğerinin gizlice saraydan kaçmasına yardımcı olurlar. Böylece ellerindeki bir insan beyni ile kestikleri bir koyunun beynini karıştırarak yılanlara vererek her gün bir çocuğun kurtulmasını sağlamış olurlar. İşte bu kaçan kişilerin Kürtlerin ataları olduğuna inanılır ve bu kaçan çocuklar Kawa adlı demirci tarafından gizlice eğitilerek bir ordu haline getirilirler. Böylece Kawa'nın liderliğindeki bu ordu bir 20 Mart günü zalim kralın sarayına yürüyüşe geçer ve Kawa kralı çekiç darbeleri ile öldürmeyi başarır. Kawa etraftaki tüm tepelerde ateşler yakar ve yanındakilerle birlikte bu zaferi kutlarlar. Böylece Kürt halkı zalim kraldan kurtulmuş olur ve ertesi gün ilkbahar gelmiş olur
Alle ve yılan - Dersim Yöresi
Dersim de Alle ile ilgili anlatılan öyküde istemeden de olsa Alle yılanı öldürmüştü. Ve ‘afsununun suç olması inancı’ buradan kaynaklanmaktaydı.
Dersim’de anlatılan şu mitolojik söylem bu konu hakkında bir fikir vermektedir: Dersimliler kendilerinin yılan zehirlemelerine karşı afsunlu olduklarına inanıyorlardı. Eskiden çok eskiden yoksul bir kadın yaşıyordu Dersim’de. Bir erkek çocuğu olmuştu. Emeklemeye başlayıp bir yaşına girince onu gittiği her yere götürüyor, işlerini öyle yapıyordu. Bir gün kucağında çocuğuyla damın ötesine bağlı inekleri sağmaya gitti. Orada iğdenin gölgesine oturttu çocuğu. Bir kodik koydu önüne. İneğin birini sağdı külekteki sütü getirdi boşaltı içerisine. Çocuğun eline ağaç bir kaşık tutuşturdu. Diğer inekleri sağmaya döndü. Çocuk yarım yamalak tutabildiği kaşığı süte daldırıp ağzına götürüyor süt içiyordu. Nereden gelmişse bir yılan çocuğun yanına sokulmuştu. Başını kodik’e sokmuş süt içiyordu. Çocuk elindeki ağaç kaşıkla onun kafasına vuruyor o da kafasını kaldırıp bekliyordu. Bir yılan, bir çocuk aynı kodikten sırayla süt içiyorlardı. Annesi işlerini tamamlamış çocuğun yanına dönmüştü onları öyle görünce, bir çığlık attı ansızın. Yılan iğdenin altından bayır aşağı süzülüp gözden kayboldu.
Gün geçti çocuk büyüdü. Alle ismini taktılar ona. Halkın arasında sevilen, tanınan iyi bir insan oldu. Yaşamında hiçbir kimseyi üzmedi, hiçbir hayvana kötü davranmadı. Çiftçilikle uğraştı fırsat buldukça hayvancılık da yaptı. Toprakla uğraşırken en çok hayvanlarla dünyasını paylaştı. Onlarla dost oldu, onlarla konuştu, onlarla anlaştı.En çok yılanlarla anlaştı. Yılan bağlayan kişi olarak ün saldı öyle tanındı. Dersim’de ki tüm yılanları o afsunlamıştı.
Derler ki:
O günden sonra yılanlar Dersimlileri ısırmadı. Dağlara, yaylalara çıktıklarında, düzlükte ovalara indiklerinde kaplara su doldurdu, halka dağıttı. Dağıttığı suyu içenlere, evlerinin, çadırlarının etrafına o suyu serpenlere, yılanlar karışmıyordu. Dersimliler, rengi sararmış, sesi kısılmış, korkudan lal olmuş çocukları “burnu gelmiş” diyerek ona götürüyorlardı. O da eliyle ağzını kapatıyor burnundan üfürüyor lal çocukları dillendiriyordu. Dil veriyordu lallara iyileştiriyordu. Onun Dersim’de dillendirmediği lal çocuk kalmamıştı. Yaşamı öylece sürüp gidiyordu. Sıcak bir ağustos günü öğlen sonu davarları yaylalara götürürken, yolda büyük bir yılanla karşılaştı. Bu, daha önce gördüklerine hiç benzemiyordu. Büyük çok büyük bir ejderhaydı. O güne kadar öylesine tanık olmamıştı henüz ne o nede hiçbir Dersimli. Korktu ondan ne yapacağına şaşırdı. Yılanın üstündeki gücünü ve nefesini ispatlamak istedi. Yerden avuç avuç toprak aldı yılanın üzerinde gezdirdi. Başladı onunla konuşmaya: “Sen kal burada, ben öğlen sonu gelir kapını açar seni gönderim” dedi. Avuçlarındaki toprakları çevresine serpiştirdi. Bulunduğu yerde bağladı, bir çemberin içerisine aldı yılanı. Güneşin altında o sıcakta büyülendi lif yumağı gibi hareketsiz kaldı, başka bir yere gidemedi. Orayı terk edebilmesi için Alle’nin, etrafına daire gibi serpiştirdiği toprağa, elindeki çubukla bir çizgi atıp, yol vermesi gerekiyordu. Toprağa çizilen yol çemberin içerisinde onun çıkabileceği kapıydı. Bu yapılmazsa terk edemeyecekti yılan orayı. Akşama doğru dönüp onu bağladığı yerden salacaktı.
Derler ki:
Alle o gün sözünü tutmadı! Unuttu. Bir daha dönmedi hiç oraya. Yılan afsunlanıp bağlandığı için bulunduğu yeri terk etmemişti. Dersimliler bir gün oradan geçerlerken, ağustos sıcağında güneşin altında bir yılanın çatlayıp ölmüş olduğunu gördüler. Yaylalara dönüp aralarında konuşurlarken, bu yılanın onun tarafından bağlanan yılan olduğu anlaşıldı. O bir yılan öldürmüştü. Bunu istemeden yapmıştı. Bağladığı yılanlar artık Alle’yi dinlemez olmuşlardı. Eğer ki afsunlu bir kişi yılan öldürürse onun afsunladığı kişiler yılan sokmalarına karşı korunamazlardı. Yılanlar bunu bilip duruyorlardı. Dersimliler o günden sonra yılanlardan korkmaya başladılar. Dağda, ovada, bağda, bahçede, yabanda, yazıda işlerinin başında yılan gördüklerinde, kendilerinin afsunlanmış olmalarını yılanlar dinlemez olmuştu. Bugün hala Dersimliler kendilerine zarar gelmesin diye yılanla karşılaştıklarında: “Yazıyı gördüm, yabanı gördüm. Yılanı görmeyeyim! Yazıyı gördüm, yabanı gördüm. Yılanı görmeyeyim! Yazıyı gördüm, yabanı gördüm. Yılanı görmeyeyim!” Bu sözleri üç sefer tekrarlar uzaklaşır öyle giderler. Strabon şöyle anlatıyor: “Phrygia’da, Ophiogenes, yani ‘yılandan doğma’ bir klan vardı. Yılan ısırmasına karşı kalıtımsal bir bağışıklık bulunan bu klanın soyu, Artemis’in kutsal korusunda bir yılanın döllediği bir kadından doğan çocuğa dayanıyordu.” Bütün klanlar kullandıkları eşyalarına ve mezar taşlarına atalarının bağlı olduğu klanların resimlerini işlerlerdi. Bu bazen kuş, öküz başı, koç her türlü hayvan resimleri ve bitki resimleri olabilirdi. Totemciliğin bu durumuyla ilgili incelemeler yapan Frazer ise şöyle bir tanımlama getirmektedir: “Bir aile ya da klanın bütün üyelerinin belli bir hayvan ya da bitki türüne karşı kuşaktan kuşağa gösterdikleri saygı” ifadesi olarak o hayvanı öldürmemişlerdi. Dersim de Alle ile ilgili anlatılan öyküde istemeden de olsa Alle yılanı öldürmüştü. Ve ‘afsununun puç olması inancı’ buradan kaynaklanmaktaydı. Ve saygı duydukları hayvanları klanın üyeleri öldüklerinde mezar taşlarına bile motifler halinde işliyorlardı. Bugün Dersim’de pek çok köyde en eski mezar taşlarında görülen yılan motiflerinin kökeninde bu tabular yatmaktadır.
Tarihin ve mitolojinin bütün tutkulu aşk destanlarından farklı bir efsane yaratmış olan Zembilfroş’un Sirgut köyündeki mezarını ziyaret ettik. Güneyli Kürtler, çağdaş direnişçi Zembilfroşlar için bu bölgenin olağan bir koruma şemsiyesi oluşturduğuna inanıyorlar.
Yaşlı adam, ‘Bizim de bir Zembilfroşumuz var’ dediğinde şaşırmıştık. Teybinde, Erbane eşliğinde derwişlerin dini motiflerle süslediği Zembilfroş destanını vardı. İsterseniz götüreyim dedi sizi. Şaşkınlığımız meraka döndü bu kez. Teypten yükselen ses, Zembilfroşa ne kadar yakın olduğumuzu söylüyordu adeta. Yaşlı amca, Zembilfroş’u ilk kez köylerde sokak sokak dolaşan Derwişlerin ilahi tarzındaki müziklerinden duymuştum. Sonra Gülistanın insanı mest eden o güzel sesiyle çağdaş müzik versiyonunu... Fakat yine de Zembilfroş’u ziyaret edebileceğimi düşünmemiştim hiç. Fakat beynimizi meşgul eden esas soru başkaydı: Diyarbakır’ın (Amed) Silvan (Ferqin) ilçesindeki Zembilfroş nasıl olmuştu da ırak’a gelmiş ve burada gömülmüştü? Yoksa bu başka bir Zembilfroş muydu? Oysa biz Zembilfroş’un öyküsünü Mervani Kürt devleti zamanına ait biliyorduk. Amed ve Ferqin yöresinden geçtiğini öğrenmişti. Bütün bunları anlattığımız yaşlı adam, gülümsemeli, “Şimdi görürsünüz” demekle yetindi.
Yürümeye devam ediyoruz. Bahar, gözlerini yeni açan küçük bir çocuk gibi kışın mahmur uykusundan uyanıyor. ırak’ın yemyeşil badem ağaçlarının çiçek açtığı doyumsuz günler bunlar... Ve yol kenarında nergiz çiçekleri satıyor küçük çocuklar... Duruyoruz... Bahçelikler ve bağların arasında, beyaz gelinliğini henüz çıkartmamış kar kaplı dağları seyrediyoruz uzaktan. Yaşlı amca tecrübenin kazandırdığı yetenek ve güçle içimizdekileri okuyor adeta. Bilgece bir tebessümle, “Şu gördüğünüz dağlar Haftanin, Metina ve Garê dağlarıdır” diyor.
“Bizim Zembilfroşumuz onların yanındadır” diyor usulca. Kırmızılar içinde, yırtık ayakkabısıyla bahar kokulu Kürt çocuğuna sarılarak bir deste nergiz çiçeği alıyoruz. Bu nergizler, newroz çiçeklerine açılacakları günleri müjdeliyorlar insana. “Birazdan varacağız” diyor yaslı amca. Dohuk’ta yola çıktığımızdan beri kaç saat oldu bakamadık. Ne ki az sonra, çevresi taş duvarlarla örülmüş, içindeki ağaçların rengarenk bezlerlerle bağlanıp asıldığı alana açılan demir kapının önünde duruyoruz. Önündeki tabelada “Mezargeha Zembilfroş” yazıyor. İşte o zaman bu anlıyoruz Zembilfroş’un mezarlığına geldiğimizi.
Güney Kürtlerin Zembilfroş mezarlığı, Zaxo ile Dohuk yolu üzerinde bulunan Sirgut köyünde. Batufa nahiyesine 5 kilometre uzaklıkta. Zembilfroş mezarlığının kuzey doğusunda bölgenin en meşhur tarihi yerlerinden birisi olan Qela Şabanî (Şabanın Kalesi) bulunuyor. Bölge halkı, Zembilfroş destanının burada yaşandığını iddia ediyor. Zembilfroş destanı kişiliğin nefsine karşı kazandığı büyük bir kahramanlık örnegi... İnancı ve idealleri uğruna ölmeyi göze alan bu büyük destanın öyküsü her yerde aynı aslında. Bazı teknik, tarihi ve coğrafi farklılıklar görülse de özünde aynı hikayedir anlatılan. Bilinen sevda destanlarından çok farklıdır Zembilfroş. Çünkü bu karşılıksız bir aşkın, karşılık veremeyenin trajik destanıdır.
Zembilfroş efsanesinin, Batufa yöresindeki Sabani Kalesi’nde hüküm sürmüş Behdinan Sultanı zamanında geçtiğini anlatıyor Güney Kürtler. Diyarbakırlılar ise olayın Mervani Kürt devleti döneminde Ferqin yöresinde geçtiğini savunuyorlar. ırak'daki Zembilfroş mezarının bulunduğu Sirgut köyünde görüştüğümüz köylüler. Zembilfroş’un kendilerine ait olduğunu söylemekle yetinmiyor, destanını da anlatıyorlar bize.
EMEKLE KAZANILAN HAYATIN BİLGELİĞİ
Anlatılanlara göre, çok zengin bir beyin oğluymuş Zembilfroş. Yakışıklıymış. Doğal olarak avlanmayı ve eğlenmeyi severmiş her bey çocuğu gibi. Ta ki günün birinde bir mezarlıktan geçerken, ruh dünyasında yaşadığı olağanüstü değişime kadar... İşte o mezarlıktan geçerken, yaşamı ve ölümü düşünür, kıyaslar... Sadece soyut bir kıyaslama değildir fakat bu: Mala, mülke, zevke, sefaya sahip olmakla, bunlardan yoksun olmanın getirdiği iki farklı yaşam, bu iki farklı yaşamın sonucunda ortak tek bir kader: Yani ölüm! .. Varlığa sahiptir Zembilfroş. Peki nasıl biri olarak ölecektir? Varlıklı, boş biri olarak mı, yoksa belli ideallerin peşinden koşan, onurlu, halkının içinde, halkın gerçekliğini kavramış biri olarak mı? O, ikinciyi tercih eder, yani ideallerinin peşinden gitmeyi... İşte o andan itibaren artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Eşi ve çocuklarını alarak uzaklaşır saltanatın nimetlerinden. Köy-köy, şehir-şehir dolaşarak zembil (sepet) satmaya, böylece hayatını kazanmaya başlar. Zembil sattığı için de ismi “Zembirfroş” olarak kalacaktır.
Derken günün birinde, şehirde zembil satarken sultanın karısı görür Zembilfroş’u ve ona aşık olur. Zembil alma bahanesiyle saraya davet eder ve dizelere dökerek aşkını açıklar O’na:
“Zembilfroş zembila tine
Dikan bi dikan digerine
Hiş le xatûnê namine
Serî le zeman digerine
Gazi dike ku bibine
Were ser doşeka mire
Le te helal, herama mire
Bidime te zulfi herire
Çavê min e xezalan e
Singamin wek zozana ne
Bejna min wek rihan e
Ciqa beji hejane...”
(Zembilfroş zembil getirir/
Dükkanları dolaştırır/
Hatun’un aklı başından gider/
Başında zamanı dolaştırır...
Çağırır onu, der: Beni gör ve gel/
Gel Mir’in döşeğine otur/
Mir’e haram olan sana helaldir/
Zulfi heriri vereyim sana/
Gözlerim ceylanların gözündendir /
Göğsüm yaylaya benzer /
Reyhan gibi uzundur boyum/
Ne dersen kabulümdür)
Zembilfroş söz vermiştir fakat kendine... Tövbe etmiştir. Artık hiçbir şey onu inançlarından ve ideallerinden yıldırmayacaktır. Zevk ve sefaya yenilmeyecektir; sebebi aşk da olsa... Onu inançlarından ve ideallerinden uzaklaştırabilecek her türlü anlayışa güçlü bir kişilikle karşı koyacak, dik duruşuyla reddedecektir. Çünkü o, dünya nimetlerinden vazgeçmiş bir derviştir artık. Halkın arasına girmiş bir militandır. Evlidir ayrıca, eşi ve çocukları vardır. Bu yüzden Xatun’a orada cevap verir Zembilfroş,xwe nakıme cıle buk zawa me. Heta azadiye nebinı me- sözü gibi:
“Xatûnê ez tobedarim
Delalê ez tobedarim
Zarok birçîne li malin
Ji rebbe jorî nikarim
(“Hatun ben tövbekar biriyim/
Güzel ben tövbekar biriyim/
çocuklarım evde ve açtır/
Yukarıdaki tanrının hatırına, yapamam”)
Peki ya sonra? Sonrası trajik bir destan! ... Men û Zin’den, Sîyabend ve Xecê’den, Leyla ile Mecnun’dan çok farklı bir destan.
FARKLI BİR İDDİA DAHA
Zembilfroş Xatun’un ilanı aşkı reddeder böylece. Xatun kabul etmez elbette. Konuğu olduğumuz Hecî Saleh Gulî, bildik zembilfroş destanının aksine, Xatun’un Zembilfroş’u orada tutuklattığını ve zindana hapsederek zincire vurduğunu anlatıyor. Buna göre Xatun, Zembilfroşa olan aşkından vazgeçmez. Ona verdiği saltanatı ne zaman kabul ederse, o zaman serbest bırakılacağını ve özgürlüğüne kavuşacağını söyler.
Fakat Zembilfroş, yaşam ilkeleri doğrultusunda direnecektir. Derken günün birinde, ibadet etme bahanesiyle zincirlerini söktürür ve ibadet sırasında saraydan kaçmayı dener. Ancak kaçacak yer bulamaz ve teslim olması istenir. Buna karşı çıkan Zembilfıroş, sarayın burçlarından aşağıya atar kendini ve inançları, idealleri ölmeyi seçer. Heci Salih Gulli, dini motiflerle süslü bu destanı anlatırken hemen yukarıya düşen Şabanı Dağı’nı işaret ediyor bize. ‘Bu dağın üzerinde Şabani Kalesi var” diyor. “O kaleden atlayan Zembilfroşu melekler almış, getirip buraya gömmüştür...”
HEM İNANCIN, HEM DİRENİŞİN SEMBOLÜ
Ve Zembilfroşu anlata anlata bitiremiyor Güneyli kürtler.Yaşlıların dilinde, dini inançların, nefse hakimiyetin ve iradenin destanı olan Zembilfroş, daha genç kuşaklarda büyük aşkın, büyük adanmanın ve büyük ilkeler uğruna ölümü tercih etmenin efsanevi sembolü olmuş. Bunlar, Kürtlerin Zembilfroşlarının çoğalması gerektiğini düşünüyorlar.
Yol boyu bize rehberlik eden yaşlı amca ise, “Güneyli kürtler çağdaş Zembilfroşları da gördü” diyor.
Ve oturduğumuz yerden kalkarak Heci Salih Guli ve arkadaşlarıyla birlikte Zembilfroş’un mezarına geliyoruz.Ve köylüler, her Kürt gencinin çağdaş bir Zembilfroş olması gerektiğini söyleyerek uğurluyorlar bizi
Xece, Van'da Sipan Dağı civarında yaşayan çok güzel bir kız... onun aşıkları çoktur. fakat o yalnızca Siyabend'i seviyor. Tüm aşk efsanelerinde olduğu gibi bunların da kavuşmalarına engel olan birileri vardır. aşıkları ve akrabaları... onlar kaçmaya karar verir. sipan dağında yaşamaya çalışırlar kaçak olarak. bir yaban keçisini yakalamaya çalışan Siyabend sipan dağının uçurumlarından düşer ve dağın altında bulunan Van Gölü'ne düşmek üzere çaresiz yuvarlanır. fakat uçurumda bulunan bir ağaç onun düşmesini engeller. Siyabend o ağacın sivri dallarından yararlanarak tutunmaya çalışır. fakat yaralanır ve tutunarak hem yukarıdan seslenen Xece'ye olan aşk acısı hem de kan içindeki vücudunun acısı içinde çaresiz kalır. Xece'nin (Hatice) onu kurtarmak için onun yanına gitmekten başka çaresi yoktur. Hem o ölürse ben yaşayamam diyerek ölümü göze alır. o da atlar ve Siyabend'in tutunduğu ağacın üzerine düşer. onun ağırlığıyla sallanan ağaçta tutunamayarak ikisi Van Gölü'ne düşer. onların burada aylardır yalnız yaşadığını bilenler, onların bu şekilde düşerek öldüklerini sonradan ağacın dallarının kırık olması ve kan izleri taşımasından anlarlar. söylenenlere göre onların tam düşüp öldüğü yerde daima iki tane kavak ağacı bulunur. kimileri de onların izlerinden kalan yerlerde her bahar mevsiminde iki grup halinde (Xece ve Siyabend) güzel kokulu güller yetişir...
YİTİK VE HÜZÜNLÜ BİR AŞK HİKAYESİ /HESO Û NAZÊ
Lé lé Nazé rebené sıbe ye,Ezé bi diyaré Geliyé Zila
bi çemé Hesen Evdalé dikevım,Jı kula dılé xwe u te re tev bı dar e
Dılé mın Evdalé Xwedé hélina teyré lal e...
Klam, bazıların bildiği gibi stran ( şarkı) değildir. Strandan farklı olarak içinde teatral nüveler de barındırır. Hatta teatral bir gösteri olduğunu belirtebiliriz. Dengbéj bir tiyatrocu gibi hikâyede geçen tüm kişilerin rolünü sözel olarak yerine getirir. Kesinlikle Anadolu’daki meddahlarla karıştırmasın. Bazıları dengbéjleri anlatırken meddahlara benzetir. Dengbéjlik kendi başına bir sanat türüdür. Müzik ile tiyatro arasında yer alır. Daha doğrusu müzik ile tiyatrodan oluşur.
Şimdi bu kısa girişten sonra Heso û Nazé’nin hikâyesine geçebiliriz. Eğer bu hikâye yeterince gündeme getirilirse en az Mem u Zin, Romeo ve Juliyet kadar önemli bir eserdir. Talihsizliği shaskeperre tarafındfan yazılmamış olmasıdır.
Hikâyenin orijinal dili Kürtçenin Xerzan ve Serhat şivesidir. İlk kimin tarafından söylendiği bilinmiyor. En çok Dengbéj Şakiro ile Salihé Qubîné tarafından söylendiği bilinmektedir. Ancak eser her iki sanatçıya da ait değildir.
Hikâye Zila’da vadisindeki Hesen Evdal ırmağında başlar
Heso ile Nazé birbirini seven iki gençtir. Nazé güzelliği ile bölgede ün yapmıştır. Ağanın kızıdır. Babası oldukça zengindir. Heso ise yakışıklıdır. Tek bildiği şey kaval çalmak ve dengbéjlik yapmaktır, yani sanatçıdır. Yoksuldur. Anne babası ölmüş ağabeyi Qulîxan’ın yanında kalıyor.
Heso ile Nazé’nin buluşma yeri genelde nehir kıyısıdır.( Hesen Evdal ırmağı)
Yine nehir kıyısında buluşurlar. Nazé Heso’ya der:
“ artık yeter kaç yıldır böyle buluşuyoruz. Arkadaşlarım arasında rezil oldum. Seninle hep böyle görüşmem hoş değildir. Gel beni babamdan iste”
Heso büyük bir ah çekerek cevap verir:
“ ben de seni almayı arzuluyorum. Ama neyle alacağım. Ne malım ne de mülküm var. İstesem de baban seni bana vermez.”
Nazé onu ikna etmeye çalışır:
“gelir beni istersin. Babam vermezse o zaman kaçırırsın. Kimse o zaman beni yadırgamaz. Demez kocaya kaçtı. Derler gençtiler, birbirlerini sevdiler babası vermedi kaçtılar. O zaman kimse bana da bir şey demez, onurum zedelenmez.”
Heso, inanmayarak ama sevdiğinin dediğini yapma mecburiyetiyle kendini hisseder kabul eder:
“tamam, babana söyle seni istemeye geleceğiz.”
* *
Heso ağabeyi Qulîxan’a söyler. Qulîxan onunla dalga geçer:
“Nerde görülmüş ağanın kızını, kuramnca verdiğini ( Kurmanc, aşireti olmayan yani soylu olmayan kişi demektir) aklını mı yedin Heso!”
Heso ısrar eder, Qulîxan istemese de kabul eder.
Nazé babasına söyler. Babası Heso ile Nazé’nin aşkından haberdardır. Kendi kendine düşünür ‘ eğer kızımı vermezsem Heso ile kaçar o zaman rezil olurum. En iyi yapamayacağı bir koşul öne süreyim ki vazgeçsin’
Qulîxan ağanın divanına Heso ile beraber çıkar. Ağa Heso’nun çalışamayacağını bildiğinden zor bir şart öne sürer:
“Heso yedi yıl boyunca koyunlarımı güdecek, bağ bahçelerime bakacak. Kabul ederse kızımı vereceğim”
Heso, şartı kabul eder.
Hayatında iki koyun güdemeyen Heso, çalışmaya başlar. Çalışma esnasında hastalanır.
Nazé’nin güzelliği bölgede ün saldığından Hakkâri mirinin oğlu Nazé’yi istemeye gelir. Nazé’nin babası kızımı ‘o çulsuza nasıl veririm fikrindedir. Verdiği sözü unutur. Kızını Hakkâri mirinin oğluna vermek için pazarlığa oturur.
Nazé babasının divanında onun pazarlığı yapıldığını öğrenir. Babasının silahını dolaptan çıkartır. Odaya dalar. Elindeki silahı gelenlere doğrultur. Öfke ve kızgınlıkla bağırır:
“ o hangi namusuzdur ki nişanlı kızı istemeye cesaret ediyor. Onu bana gösterin.”
Odadakiler neye uğradıklarını şaşırırlar. Hakkâri’den gelenler sessice odadan çıkar, atalarına biner giderler.
Heso’nun yedi yılı tamamlanır. Nazé’yi istemeye gelir. Başka çaresi olmayan Nazé’nin babası kızını verir.
Heso, Nazé’yi düğünsüz götürür.
Heso, ağabeyi Qulîxan’ın yanındadır. Qulîxan’ın eşi Nazé ile Heso’yu evinde istemez. Onları hiç mi hiç sevmez.
Heso iyice hastalanır. Kimse derdini sormaz. Nazé her ne kadar hekime götürelim dese de Heso kabul etmez. Hekime verecek paraları olmadığından gidemezler. Qulîxan da eşinin korkusundan Heso’yu parasıyla hekime götüremez.
Heso, cüzam hastalığına yakalanmış, bedenindeki yaralar gün geçtikçe çoğalmaktadır. Çevredekilerin baskısıyla Qulîxan kardeşi Heso’yu Van’daki hekimlere götürmeye razı olur.
Hekimler Heso’nun yaralarını görünce Qulîxan’a bağırırlar.
“Hastalığı çok geçmiş neden daha erken getirmedin”
Qulîxan korkar. Heso’nun hastalığının ölümcül olduğunu anlar. Hekimler onu şikâyet ederler ve yakalanır korkusuyla kardeşini hastanede bırakıp köye kaçar.
Hekimler ölümcül ve bulaşıcı olduğunu tahmin ettikleri bu hastayı ne yapacaklarını tartışırlar. Bazıları onu zaten ölmek üzeredir daha fazla acı çekmesin bir ilaçla öldürüp gömelim der bazıları buna karşı çıkar eceli ile ölmesini bekleyelim der.
Nazé, Qulîxan’ı karşılar. Heso’ya ne olduğunu sorar. Qulîxan, Nazé’ye hiçbir cevap vermez. Sessizce eve gider.
Nazé dayanamaz. Babasının evinden bir at alır. Saçlarını erkek saçları gibi kısa keser. Erkek kıyafeti giyer. Ata binip Van’a gider.
Hekimler hala kendi aralarında Heso’ya ne yapacaklarını tartışırlar. Nazé Heso’yu ve hastalığını tarif ederek Heso’yu bulur. Hekimlere yakını olduğunu söyler. Hekimler memnuniyetle Heso’yu Nazé’ye verirler.
Heso şuurunu yitirmek üzeredir. Yarı baygındır. Nazé önce onu ata bindirir. Kendisi Heso’nun arkasına geçerek atı sürer.
Evde onu başka bir odada yatırır. Qulîxan’ın eşi bu durumdan hiç memnu değildir. Söylenip durur:
“ Ben ve çocuklarım hastalık kapacağız bir an çare bul Qulîxan!”
Qulîxan ne yapacağını bilmez bir durumdadır. Bir yandan kardeş yüreği öte yandan eşinin söylemleri. Artık eşinin söylemlerine dayanmaz. Bir gün sabahın erken vaktinde evdekiler uyurken Heso’yu evden başak yere götürmeyi düşünür. Nazé’nin kaldığı odaya yavaşça girer. Nazé uyumaktadır.
Heso’nun kaldığı odaya gider. Heso uyumaktadır. Onu omzuna atar. Ata bindirir. Köyden hızla uzaklaşır.
Hesen Evdal ırmağı kıyısına getirir. Nehir kıyısında ona ağaçlardan bir gölgelik yapar. Heso’yu gölgeliğin altına bırakır. Yanına birkaç günlük yemek ve bir testi su bırakır yanına. Qulîxan kardeşi Heso’nun yanından ayrılırken içi yanar ama bunu yapması gerektiğine kendini ikna eder.
Nazé sabah uyandığında ilk iş olarak Heso’nun kaldığı odaya gider. Heso’yu görmez. Sağa sola koşar. Qulîxan’ın yanına gider. Heso’ya ne olduğunu nerde olduğunu sorar. Qulîxan üzgün bir tavırla:
“ siz uyurken öldü. Onu gömdüm” der.
Nazé,
“inanmam” der “ bana mezarını göster”
Qulîxan,
“ hastalığı tehlikeli olduğundan onu köy dışına gömdüm” der
Nazé çaresizce odasında dolanıp durur. Günlerce ne yer ne içer. Ağlamaktan gözleri şişer.
Qulîxan’ın eşi Nazé’nin güzelliğini kıskanır. ‘Ya Qulîxan Nazé’ye âşık olursa ve onunla evlenirse’ der kendine.
Bunun da bir çaresini bulur. Gece kocasına veryansın eder.
“ yengen oruspu olmuş haberin yok. Şerefimiz beş paralık oldu” der kocasına.
Qulîxan,
“ Bunu nerden çıkardın” der
“Her gece odasına bir genç alıyor. Köydeki konuşmaları da duymuyor musun? Yarında tezi yok onu babasının evine gönder.”
Qulîxan eşinin dediğini yapar. Sabah Nazé’yi babasının evine gönderir. Nazé’nin babası çok sevinir. Hemen ertesi gün Hakkâri mirinin oğluna haber yollar. ‘ gel kızımı al’ diye.
Hakkâri mirinin oğlu düğün hazırlıklarını yaparak, yanında düğün alayı ile birlikte gelir.
Nazé,
“ Daha evliyim. Heso’nun öldüğüne inanmadan evlenmem” der
Nazé’nin babası köy imamının cebine bir iki altın koyar, imam gelir Heso’nun öldüğüne tanıklık eder.
“Qulîxan’la birlikte gömdük, ellerimle gömdüm” der.
Nazé çaresizce haline ağlar.
Ertesi gün düğün alayı ile Hakkâri’ye doğru yola çıkarlar. Hakkâri’ye giden yol. Hesen Evdal ıramağından geçer. Suyu geçerken, Nazé bir gölgelik görür. Peçesini aralar. Heso’yu görür. Onun yanına gitmek isteğini söyler. Düğün alayının başı kabul etmez. Nazé ısrar eder yine kabul etmez. Düğün alayının başına şunu der:
“ O daha nikâhlımdır. Benimle iki şahit gönderin boşasın”
Düğün alayı başı kabul eder. Nazé yanına iki kişi alarak Heso’mun kaldığı yere gider.
Heso’nun yaraları kurtlanmış, yaralarından irin ve kan akmakta. Nazé sevdiğini o halde görünce kendinden, dünyadan her şeyden nefret eder. Heso’nu yanı başına diz çöker. Ağlamaklı olur. Kendine ve ona acımaktan göğsü dolar. ‘ Heso dengbéjdir. Bir klam söylersem belki kendine gelir onu hala sevdiğimi anlar’ der ve klamını söyler:
Nazé söyler:
Hey hey kara bahtım
Babanın, nikâhlı kızını evinde evlendirmesi
Hiçbir çağda ne görüldü ne de duyuldu
Hey süvari hey
Ah yaralı sevgilim
Hey li min li min rebené
Kesi nedi dewré bedelé zemana
Salox nedane, bav çewa rabe
Keça bı mér dı mal De bıde mér e.
Sıwaro sıwaro hey hey lı mın
Ax wer bırindaro
Heso’nun içi gider Nazé’ninbu klamı ile. Heso benimle alay etmeye gelmiş der. Nazé klamını sürdürür:
ah yaralı sevgilim
içimizdeki hüzün için
Zila vadisini Hesen Evdal ıramağını gezdim durdum
ah yaralı sevgilim, uzun boyluyum
senin için yedi yoldaki köprüyüm
on iki yurdun çiçeğiyim.
Üç gün üç gecedir görücüler babamın evinde toplanmış.
Yedi bin başlık param
Beş takım elbise hediyem
Hasta, yaralı sevgilim
Başını bir için kaldır
Giyimimin güzelliğini gör.
İki şahit aramızda durmuş.
Bana güle güle demeni bekliyorum
Acaba yaraların nasıl?
Hey süvari hey
Ah yaralı sevgilim
Ax lo lo bırindaro
Ezé bı dıyaré Geliyé Zila çemé Hesen Evdalé ketım
jı xema dılé xwere, dılé mın bı ta ye
kuro malxırabo bejna mın bılıd e
jı te re pıra lı ser heft rıyaye
gulçiçeke dozdeh wara ye
eva iro sé şev sé roj e
dı mala bavé mın de xéli lı cıvıyane
heft hezar qelené mın
penç çek xelata mın e
nexweşo bırindaro ka seré xwe
Ez nızanım bıriné te çewane
nexweşo bırindaro qaseki seré xwe rake
lı xemla mın meyzeke.
Wele wayé du şahıd
Dı navbera me de sıkınine
Ez iro hatıme xatıré xwé jı te bıxwazım
Ez nızanım bırinén te çewane
Sıwaro hoy hoy lı mın
Heso, klamla Nazé’ye cevap verir:
Heso söyler:
Zavallı sevgilim sabahtır
Zila vadisi Hesen Evdal ırmağı ağaçlıdır
İçimdeki kederden içinde gezdim durdum
Ben zavallının yüreği dilsiz kuşun yuvasıdır.
Nazé bana güle güle demeye gelmişsin
Bu sözünle canımı erittin
Ciğerimi içimde parça parça ettin
Hastalığım rahman olan Allahtan’dır
Senin hastalığın bulaşmasın hiç kimseye
İki genç yüreğe bulaşmasın
Yedi yıldır hastayım Nazé
Ah gel gel yaralı sevgilim
Muradına erecek küçüğüm Nazé
Kara gözlüm, selvi boylum,
Nazlı gerdanlı
Göğsü dağların karından daha beyaz Nazé
Yaralı yüreğim neden kavuşmadı sana
Ah Nazé vedalaşmaya gelmişsin
Allah rızası için altımdaki otu tazele
Başımı koyup uyuyayım Nazé
Lé lé Nazé rebené sıbe ye
Ezé bi diyaré Geliyé Zila
bi çemé Hesen Evdalé dikevım
Jı kula dılé xwe u te re tev bı dar e
Dılé mın Evdalé Xwedé hélina teyré lal e
Nazé, tu bı xatıré Xwedé bıki
Tu hati xatıré xwe jı mın dı xwazi
Bı ve gotına hané te goşté cané mın heland
Kezeba mın dı nava mın de kırıye pari pari
Wele éşa mın jı Xweda yé xéra ye
Xwedé éşa te nede tu kuré caméra
Du canık û du cıwana
Heft sal ketı bû cané mın Nazé
Ax were were bırindaré
Eré Nazé te pıcûké lı ber mıradé
Te çav reşé, bejın bılındé, gerden qazé
Te sıng sıpiyé beleké jı berfa çıyaké
Lı ser xaliyané
Bırindaro çıma pé nekır mıradé
Lé lé Nazé, tu bı xatıré Xwedé bıki
Tu hati xatıré xwe jı mın dıxwazi
Tu gıyayé bıné mın teze bıke
Bırindaro bıla seré xwe deyné razé
Nazé…
Nazé söyler:
Nazé söyler:
devran devran ah devran
ah yaralı sevgilim
içimizdeki hüzün için
Zila vadisini Hesen Evdal ıramağını gezdim durdum
Yaralı sevgilim yüreğim dağ eteğindeki kuş yuvasıdır.
Kaz ve turna sürüsü uçtu gönlümden
Birisi beyaz kanatlıdır.
Kurban olduğum haline acıma
Gel başını dizime koy
Ellerini aç
Hastaların duası Allah katında birebirdir
Kurban olduğum sevgilim
Âlemin Rabına dua edelim
Allah büyüktür belki hastalığın bana da bulaşır
Hesen’imden sonra kimseye olamayayım yar.
Hey süvari hey
Ah yaralı sevgilim
Dewra dewra ha dewra
Nexweşo bırındaro sıbe ye
Ezé bi diyaré Geliyé Zila
bi çemé Hesen Evdalé dikevım
jı xema dılé xwe re
Nexweşo bırındaro
dılé mın hélina teyré lı etek e
teyr fırıyane refé qaz û qulıngan
teyreki wa pır belek e
ez kurbana te me
gunhé xwe bı halé xwe neyne
ezé çoka xwe deynım
seré xwe lı ser çoka mın deyne
de rabe rûné desté xwe veke
duayé nexweşan lı cem rebé alemé yek bı yeke
hey hey lı mın
de bı qûrban rabe
emé duayeki jı rebé alemé bıxwazın
xweda xwedaki mezın e
belki éşa cané te lı cané mın peyde bıke
bıla ez pışti Hesené xwe
jı kesi re ne bım bermaliya teze
siwaro hoy hoy lı mın
ax were were bırindaro
Heso söyler:
Zavallı sevgilim sabahtır
Zila vadisi Hesen Evdal ırmağı ağaçlıdır
İçimdeki kederden içinde gezdim durdum
İçimdeki kederden
Heso söyler:
Sevgilim,
Yüreğim sınırdaki kış yuvası
Yürek yaram büyüktür
İçtedir hüznüm
Bugün Zila Vadisi Hesen Evdal ıramağı
Üzerimize gürül gürül akar
Yeter Nazé, vedalaşmaya gelmişsin
Bu sözünle
Sanki berber makası ve usturasıyla
Kalbimi ciğerimi kesersin Nazé..
Ah gel gel yaralı sevgilim
Muradına erecek küçüğüm Nazé
Kara gözlüm, selvi boylum,
Nazlı gerdanlı
Göğsü dağların karından daha beyaz Nazé
Yaralı yüreğim neden kavuşmadı sana
Ah Nazé vedalaşmaya gelmişsin
Allah rızası için altımdaki otu tazele
Başımı koyup uyuyayım Nazé
Lé lé Nazé rebené sıbe ye
Ezé bi diyaré Geliyé Zila
bi çemé Hesen Evdalé dikevım
Jı kula dılé xwe u te re té bı gur e gur e
Lé lé nazé rebené
Dılé mın hélina teyré lı sınıré
Lé lé nazé kulén dılé mın gıran e
Xema dılé mın lı hundır e
İro ava gelıyé Zila çemé Hesen Evdalé
Té bı ser me ve gur e gur e
Bese Nazé, tu bı xatıré Xwedé bıki
Tu hati xatıré xwe jı mın dıxwazi
Bı vé gotına hané
Çewa tu cuzan û meqesen berberan
Bıdi seré dıl ûcegeré mın
Jı xwe re bıbıri Nazé…
Ax were were bırindaré
Eré Nazé te pıcûké lı ber mıradé
Te çav reşé, bejın bılındé, gerden qazé
Te sıng sıpiyé beleké jı berfa çıyaké
Lı ser xaliyané
Bırindaro çıma pé nekır mıradé
Lé lé Nazé, tu bı xatıré Xwedé bıki
Tu hati xatıré xwe jı mın dıxwazi
Tu gıyayé bıné mın teze bıke
Bırindaro bıla seré xwe deyné razé
Nazé…
Nazé söyler:
devran devran ah devran
ah yaralı sevgilim
içimizdeki hüzün için
Zila vadisini Hesen Evdal ıramağını gezdim durdum
Garazlı rüzgar eser
Zila vadisi Hesen Evdal ıramağının
Suyu coşkun ve dalgalı akar
Kurban olduğum haline acıma
Gel başını dizime koy
Ellerini aç
Hastaların duası Allah katında birebirdir
Kurban olduğum sevgilim
Âlemin Rabına dua edelim
Allah büyüktür belki hastalığın bana da bulaşır
Hesen’imden sonra giymeyeyim gelinlik
Hey süvari hey
Ve kızıl peçe
Ah yaralı sevgilim
Dewra dewra ha dewra
Nexweşo bırındaro sıbe ye
Ezé bi diyaré Geliyé Zila
bi çemé Hesen Evdalé dikevım
bayé bı xerez e
İro ava gelıyé Zila çemé Hesen Evdalé
Té bı ser me ve xwar û bı lez e
Nexweşo bırindaro
gunhé xwe bı halé xwe neyne
ezé çoka xwe deynım
seré xwe lı ser çoka mın deyne
de rabe rûné desté xwe veke
duayé nexweşan lı cem rebé alemé yek bı yeke
hey hey lı mın
de bı qûrban rabe
emé duayeki jı rebé alemé bıxwazın
xweda xwedaki mezın e
belki éşa cané te lı cané mın peyde bıke
bıla ez pışti Hesené xwe
jı kesi re ne bım bermaliya teze
siwaro hoy hoy lı mın
ax were were bırindaro
ez idi seré xwe gıré nadım bı xeliya sor gevez e
siwaro hoy hoy lı mın
ax were were bırindaro
Nazé söyler:
devran devran ah devran
ah yaralı sevgilim
içimizdeki hüzün için
Zila vadisini Hesen Evdal ıramağını gezdim durdum
Garazlı rüzgar eser
Zila vadisi Hesen Evdal ıramağının
Suyu coşkun ve dalgalı akar
Kurban olduğum haline acıma
Gel başını dizime koy
Ellerini aç
Hastaların duası Allah katında birebirdir
Kurban olduğum sevgilim
Âlemin Rabına dua edelim
Allah büyüktür belki hastalığın bana da bulaşır
Hesen’imden sonra giymeyeyim gelinlik
Hey süvari hey
Ve kızıl peçe
Ah yaralı sevgilim
Heso söyler:
Zavallı sevgilim sabahtır
Zila vadisi Hesen Evdal ırmağı ağaçlıdır
İçimdeki kederden içinde gezdim durdum
Allah bana yapılanı kardeşimin yanında bırakmasın
Nasıl kadının (karısının)
Dediğini yaptı
Beni bu ıssız yere attı
Allah ahımı yanında bırakmaksın
Ah gel gel yaralı sevgilim
Muradına erecek küçüğüm Nazé
Kara gözlüm, selvi boylum,
Nazlı gerdanlı
Göğsü dağların karından daha beyaz Nazé
Yaralı yüreğim neden kavuşmadı sana
Ah Nazé vedalaşmaya gelmişsin
Allah rızası için nehir kıyısına in
Bana bir tas su getir
Lé lé Nazé rebené sıbe ye
Ezé bi diyaré Geliyé Zila
bi çemé Hesen Evdalé dikevım
Jı kula dılé xwe u te re tev bı dar e
İro ava gelıyé Zila çemé Hesen Evdalé
Té bı ser me vebı mél xwar e
Belki xwedé ayé mın jı bırayé mın re nehéle
Çewa bı gorına jına xwe dıke
Bı çembılé mın dıgıre
Davéje Geliyé Zila çmé Hesen Evdalé
Hewar e lı mın hewar û gazi ye
Li mın firaz e
Nazé tu bı xatıré Xwedé bıki
Tu hati xatıré xwe jı mın dıxwazi
Xwe bedre keviya çemé hesen Evdalé
Jı mın re bini tasek ava sar e
Ax were were bırindaré
Eré Nazé te pıcûké lı ber mıradé
Te çav reşé, bejın bılındé, gerden qazé
Te sıng sıpiyé beleké jı berfa çıyaké
Lı ser xaliyané
Bırindaro çıma pé nekır mıradé
Lé lé Nazé, tu bı xatıré Xwedé bıki
Tu hati xatıré xwe jı mın dıxwazi
Tu gıyayé bıné mın teze bıke
Bırindaro bıla seré xwe deyné razé
Nazé…
Nazé Heso’ya su getirmek için kıyıya iner. Döndüğünde Heso can vermiştir. Bazı dengbéjlere göre ölmek için dua etmiş ve duası kabul olunarak o an can vermiştir. Bazılarına göre de Hesen Evdal ırmağına atarak intihar etmiştir.
Mem Ü Zin.
Kim bilebilirdi ki, aynı isimde üç kişi olduğu ve bu üç kişilerin aşkları yüz yıllarca dillerde destan olacağını. Hiç kimse bunu bilemezdi, Mir Sévdin de buna hiç ihtimal vermiyordu. Mezopotamya topraklarında hep yaşanan ve gözle görülür bir şekilde gerçektir, ancak neredeyse bütün Mezopotamya halkı bu gerçeği görmezlikten geliyorlardı, halende görmezlikten geliyorlar. Her ne kadar erkek çocukları bir başka birine aşık olduğunu düşünseler de, kız çocuklarının ne birine nede birinin kızlarına aşık olduğunu veya olacağını da asla düşünmüyorlar. Aslında bir gerçeği görmezlikten geliyorlar. Erkek çocuklarının aşık olduğu kişi bir kız olduğunu ve bu kız da kendileri düşündükleri bir ebeveynlerin çocuğu olduğu nasıl da düşünemiyorlar.
Adıyaman (Müğrüb) şehri geleceğin tek veliahttı olan Mem günün birinde hiç tanımadığı bir toprakta aşık olacağı kız yüzünden öleceğini asla bilmiyordu. Beyliğin tek evladı olan Mem daha yeni ergenlik çağına girdiğinde, onun yerine bir başkaları düşünüyordu. Mem daha dünyaya gelmeden önce de onun yerine bir başkası düşünüyordu. Hayatı boyunca bir başkası onun yerine kararlar verecek ve kendisi istediği değil de, başkaları istedikleri yere gidecek, kendisi istediği yerde oturmayacak, bir başkası istediği yerde oturacak. MEM en doğal hakkı olan gönlünü de kendisi istediği kişi değil, bir başkası istedikleri kişileri sevecek ve evlenecek. Aksi takdirde sevdiğine kavuşmadan ölecek.
Nevroz; baharın başlangıcı, kanların hızlı dolaştığı ve gönüllerin coştuğu 21 Mart da Mezopotamya da hep bayram olarak kutlanmış. MEM Ü ZİN destanında Éhmedé Xané hep sevgiyle söz etmiştir. Günümüz Mezopotamya da bu bahar şenliğine siyasi duygular karışmış renklerin yasak olduğu bir ortamda kutlamaktadır. Böyle bir bayramda Mezopotamya da fanilerin coştuğu gibi, cinler de coşmuş olsa gerek. Hasankeyf’ın kuytu kayalıkların mağaralarında toplanıp Fanileri düşünmeye başladıklarında. Kendi çevrelerinde en güzel kız ve en yakışıklı erkeğin kim olduğunu bir birine sorduklar, her kes kendi düşüncesini söyleyip, sihir gücünü kullanarak sihirli ayna da güzel olarak düşündükleri kişileri bir birine gösterdiklerinde sonuç olarak MEM Ü ZİN gecenin en güzeli seçileceğini bir çok cinde bilmiyordu. Ancak MEM Ü ZİN gösterdiklerinde hiç birinin şüphesi kalmadı. Ancak cinlerin şahı sadece cinlere bir soru sordu ve ardında emir verdi. Müğrüb şehrinde MEM ve Cizre kentinde ZİN bir birini tanıyorlar mı. Şüphesiz toplantıda bulunan bütün cinler “Hayır” dediklerinde, Şah emir verdi. “Bu gece onları bir araya getirin” diye emir verdiğinde. Hemen cinler harekete geçtiler.
Adıyaman şehrin üstünde ince bir duman tütüyordu. Mem ü Zin yaşadıkları vuslat bir gecenin ardında, artık yaşadıkları yaşantı onlara ait değildi. Kendi benlikleri onlardan alınmış, bir başkası tarafından kontrol ediliyorlardı. Kendi istedikleri gibi değil, başkaların istedikleri gibi de yaşayamazlardı da. Bir birini görmeden sudan çıkmış balık gibi, hayalları yaşamlarının bir parçası oldular. Ancak her ikisi de evrenin neresinde olduklarını bilmiyorlardı. Sadece sevdiklerin bulundukların şehrin adını biliyorlardı.
Bütün müğrüb şehrin halkı MEM’e yalvarmasına rağmen, babasının kendisi için, görevlendirdikleri korumaların yanı sıra kendi atına binerek kale’nin etrafında yüksek duvarın üstünden atlayarak dışarıya çıktı. Mem ardında bir çok insanı yüz üstü bıraktığını iyi biliyordu. Hiç kimse onun bir meçhule gitmesini istemiyorlardı. Bu nedenle babasıyla dargındı, sadece annesiyle vedalaşarak duvarlardan atlayıp sadece adını bildiği ama hangi tarafta olduğunu bilmediği Cizre’yi bulmak için çıkıp gitti.
Éhmedé Xané’nin hayal ettiği ve sadece gecenin karanlığında birkaç saat yanında kaldıktan sonra kendisine yüzüğünü hediye ettiği kızın peşinden gitti. Sadece adının Sité ye Zin olduğunu biliyordu. Cizre şehrinde aynı ailenin içinde Sité isminde üç tane vardı. Bütün karışıklığa neden olanda bu isim benzerliği olunca. Ceza da kaçınılmaz oluyordu bu cudi dağın yamacında ki şehirde.
Mezopotamya topraklarında hep Béko veya Békolar var olmuşlardır. Mir Sévdin’in oda hizmetleri yapan Béko’nun kızı Dicle suyun kenarında çamaşır (yün) yıkamaya gitmiş, aynı zamanda MEM yanına uğrayıp sadece gerçek Sité’nin peşinde olduğunu nasıl bulacağını sorulduğunda Béko’nun kızı adım Sité demiş ve aynı anda yakışıklı olan MEM’e aşık olmuştu. Ancak MEM parmağında taşıdığı yüzüğün sahibini bulmanın peşindeydi.
Mir Sévdin; Cizre’nin tek hakimi ve saltanat yaşıyordu, ancak o kadar bilge olmasına rağmen bir çok konuda Béko’nun sözlerini dinliyordu. Dışardan kendisine haberler getirir şehirde olan bitenleri anlatıyordu. Mem’in geldiğini ve kız kardeşi için geldiğini de ilk olarak Béko dan öğrenmişti Mir Sévdin. Ancak soylu bir aileden gelme olduğunu bildiği için, meclis kararı beklemesini gerektiğini söylediğinde Béko hemen fesatlığa başladığında Mem için fazla bir seçenek yoktu.
Béko veya Békoların hakim olduğu bir yerde nasıl aşk galip gelebilir ki. Kabarmış duygularını hiç kimseden saklamıyorlardı, uğrunda ölünecek sevgiyi bulsa da, kavuşmadıktan sonra yaşamanın ne değeri kalır. Yaşamının ne değeri olabilir ki, sevginin değeri olmadığı yerde. Kavuşamayacağın bir sevginin peşinde gitmek, yaşarken ölmenin diğer açılımıdır. Ancak bütün aşıklar gibi ne MEM nede ZİN bunu kabul etmediler. Her aşık gibi, kavuşacağı günü düşünerek hayatında devam etmek istiyorlardı.
Hayat hep tesadüflerle görünse de hiçbir şey tesadüf olmadığını her zaman savunmuşumdur. Mem’in Cizre’ye geldiği gün, Béko’nun kızı Sité’nin suyun kenarında çamaşır yıkaması hiçbir zaman bana tesadüf gelmemiştir. Asırlardır Mezopotamya topraklarında astroloji kullanılmış ve yıldız bilimi çok gelişmiş. Her zaman yıldız fallarına inanmışlardır. O gün Mem’in Cizre’ye geleceği bir çok kişi biliyordu. Bilenlerin arasında ne yazık ki, Béko olduğu için, suyun kenarında MEM ile Sité’nin buluşması dahası karşılaşması kaçınılmaz oldu. Dünyada ilk yerleşimlerden biri olarak Mezopotamya kurulduğundan bu güne hep planlar kurulmuş ve biri o planları yok etmek için uğraşmışlardır. Mem aşık olduğu kıza kavuşmanın hayalını planlarken, Béko bunun tam aksini düşünüyordu. Mem ile kızının birleşmesini düşünüyordu. Bunun altında kıskançlığın gerçeği vardı.
Cudi dağın eteklerinde telaşlı bir kargaşa sesi duymaya başlamıştı, Kara Tajdin evini ataşe vermiş cayır cayır yanıyordu. Kara Tajdin’in hanımı Sité hemen Mir Sévdin’e koştuğunda. Bir çok kişilere göre bu delilik belirtisiydi. MEm Ü Zin’e göre onların kavuşması için yapılmış en büyük fedakarlıktı. Mir Sévdin’e göre, olağan şeydi. Béko’ya göre ise, gerçek temeli bildiği için, Mir Sévdin saraydan ayrılması için bir plandı. Mir Sévdin’e sadece Kara Tajdin’nin çok sinirlendiği ve yanan evi değil, hayvanların ağılı olduğunu söylüyordu. Tabii ki Mir Sévdin gerçeği bilmediği için elbette Béko’ya inandı.
Béko aceleyle hemen gidip zindanda Mem’e yalandan haber vermesi. Béko da anlamış olmalı ki, artık Mem kızına ait değildir, Zin’eye ait olacağını. Ancak bunu içine sindiremedi. Benim olmayacaksa bir başkasının da olmasın düşüncesiyle hemen Mem’e gidip “Zin gelin olup gidiyor”, demesi MEM’in ölümüne yetiyordu. Ama bu aşk sadece Mem’i götürmedi, Zin de sevdiği öldüğünü görünce, kendisi de daha fazla dayanmadı. Böyle büyük bir aşka yapılan büyük iftiranın ardında ikisi de öldüler. Ancak bütün bunlara neden olduğunu düşündükleri kişi Béko’yı da ardında yaşatmadılar.
Mezopotamya toprakların da sevdiğine kavuşmadığı veya sevdiği bir başkasının olduğu için ölen tek kişi Mem değildir. Ancak Éhmedé Xané bu eseri kaleme aldığından dolayı, günümüze kadar geldi ve halen de devam ediyor. Daha sonrası da bir başka biri tam anlamıyla esere sadık kalmamakla beraber filmini çekti. Ben de dahil bir çok insan bunun üstüne yazılar yazdı. Ancak var olan bir gerçektir ki, böyle bir aşk yaşanmış ve uğruna ölünecek sevgiyi bulmuşlardı MEM Ü ZİN.
|
|
|
|
|
|
|
 |
|
Gündem |
|
|
|
|
|
 |
|
Dersim |
|
|
|
|
|
 |
|
Zap Haber |
|
|
|
|
|
 |
|
Mesenger |
|
|
|
Bugün 4 ziyaretçi (5 klik) kişi burdaydı! |